Bu cevabın verildiği günler,
seferberliğin olduğu ve herkesin karnını doyurmakta güçlük çektiği günlerdir ve
İttihat ve Terakki erkanı tarafından Büyükada’da verilen ziyafetlere,
hücumbotla İstanbul’dan dondurma getirildiği zamanlardır.
Evet, Dedem hakikati ifade
etmekten çekinmeyen, dosdoğru bir insandı. Bu özelliğini:
Şudur cihanda benim en
beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat
olsun tek!
şeklinde dile getiriyor. Yine
Onun, arkadaşı Eşref Kuşcubaşı’na sık sık söylediği şu söz de karakterini
yansıtır: “Allah’ın en çok sevdiği emek, zalime doğruyu söylemektir!..” diyor.
O meşhur dizesini herkes okuyor: Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem, biri ecdadıma sövse, hatta boğarım –
boğamazsın ki!, hiç olmazsa yanımdan kovarım,” duygularını ifade ediyor. Evet,
Dedemin haksızlığa hiç tahammülü yoktur; karşısında iktidarın hâkim güçleri
olsa da... Hele bin bir badireler ve fakr u zaruret içinde kıvranan milletin
sırtından geçinenlere karşı hiç mi hiç tahammülü yok. Bir gün ona, “Hiç
sevmediğiniz kimlerdir?” diye sorulduğunda, o:
“Geçmişlerinin vatan hesabına
on parası geçmemiş, bir damla kanı dökülmemiş, bir hizmeti sebketmemiş olduğu
halde ağzını memleketin temiz kan damarlarından birisine yamayarak emmekte olan
serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır,” cevabını veriyor.
Dedemin bu doğruluk ve
pervasızlığı hayatı boyunca hep birilerini rahatsız etmiş ve önü manialarla
kesilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden dergisi Sebilürreşad sık sık kapatılmıştır.
İşte bu günlerin birinde
Sadrazam Talat Paşa, Mehmet Akif ile Eşref Edib’i nezarete (bakanlığa) davet
ediyor. Bir ara söz arasında Talat Paşa: “Akif Bey, şu Merkez-i Umûmi’dekilerle
anlaşsan olmaz mı?” diyerek Ziya Gökalp ve yanındakileri kastedince, hiddetle
yerinden fırlayan ve ellerini sadrazamın masası üzerine koyan Akif, “Sen bizi
bunun için mi çağırdın? Anlaşmak ne demektir? Bizim şahsi bir emelimiz, bir
gayemiz mi var? Bizi simsar mı zannettin? Teessüf ederim,” diyerek selam bile
vermeden çıkıp gider. Akif’in arkasından bakakalan Talât Paşa’nın dudaklarından
şunlar dökülür: “Edirne’de tanıdığım aynı Akif, hiç değişmemiş.”
Evet, Dedem Akif, bulunduğu
cemiyetten farklı buutlarda yaşayan bir insandır ve böyle davranışlara hiç
tahammülü yoktur. İçten içe çürüyen İhtiyar Çınar’ın içinde adeta
yapayalnızdır. Cemiyetteki bozuklukları görüp insanlar arasındaki
münasebetlerdeki riyakârlık ve sahte tavırlara dayanamaz ve bir gün şu itirafta
bulunur:
“Artık ikiyüzlüleri sever
oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlüler görmeye başladım.”
Akif bir ahlak kahramanıdır.
Ona bu hükmü, onunla otuz beş sene hemhal olmuş bir dostu verecektir ve bu
hükme varmadan, yıllarca onun kusurlarını, falsolarını araştırdıktan sonra şu
itirafta bulunacaktır:
“İlk tanıdığım zaman ona
inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör, melek rolünü
oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayr-i Tabiî bir faziletten yorulan yüzünü bir
gün görecektim. Fakat otuz beş senedir bu gün gelmedi.
27 Aralık 1936 pazar akşamı 63
yaşının içindeyken: “Ne mutlu bana, Peygamberimin (sav) yaşında öleceğim,”
dedikten sonra Hakk’ın rahmetine kavuşuyor.
Âkif’in karşılaştığı en ağır
suçlama ise, Balkan Harbi sırasında düşmanın Türk halkına reva gördüğü
eziyetler karşısında “Tükürün yüzüne bu medeniyetin” dediği için bu aydınlar
tarafından “geri kafalı adam” suçlamasına maruz bırakılmıştı. Mahalle kahvesine
hücum etmiş, orada vakit öldürüp tembellik yapanları eleştirdiği için bu kahvelerde
vakit öldürmeyi entelektüel faaliyet sayanlar tarafından geleneklere saygısı
olmayan “züppe” olarak yorumlanıyordu.
1908 Temmuzunda sokağa
fırlayan mitingcileri eleştirdiği için, “hürriyete düşman zavallı” olarak
isimlendirildi.
Halide Edip’in önerdiği
Amerikan mandasına karşı çıktığı için, azınlıklar tarafından Orta Çağ kafalı
tehlikeli bir adam olarak değerlendiriliyordu.
Mısır’da entari giyip dolaşmak
yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle “Hıristiyan Akif,
gavur Akif” olarak tanımlanıyordu.
En ilginç iddia, Akif’in şapka
giymemek için Mısır’a gittiğiydi. Oysa Mehmet Akif’in Mısır’a gittiği yıllarda
şapka devrimi henüz yapılmamıştı ve Cumhuriyet Meclisinin milletvekilleri fes
giyiyordu.
Mehmet Akif öldüğünde hakkında
yazılanlar öyle küçük bir hatırlama fasikülüne sığacak ölçekte değildi. Çoğu
kitap olacak boyuttaydı. En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı:
“Mehmet Akif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”
Dedem Âkif öldüğünde Cenap
Şahabattin onun için “Şu manada asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde
uzak mazilerin temizliğini taşır. Hatta bir görüşe göre Akif’i edebiyat
bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı
fesahat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına
varamazlar. Bu geçici kelime ve mana salgınlarının son elli senede
edebiyatımız, türlü musaplarını (düşkün) gösterdiği halde, Akif’in eserleri
tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn
(dokunulmamış) ve tamamıyla tendürüst kaldı.” Akif’in eleştirilen medeniyet
anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlaki düzenin dışına çıkan
yaşam biçimiydi. Akif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr
etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması
dileğini dile getirmişti.
Nitekim Berlin’de bulunduğu
dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı
bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve
ahlak yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu
aktarmıştı.
Dedem Âkif’in Berlin
seyahati ilginç bir öykü ile başlıyor. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta
müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından
aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı
kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hatta
Müslüman esirlerin ibadet etmesi için çok kısa sürede bir cami bile inşa
ettiler.