Hicaz çöllerinde geçen şu
hâdise, dedemdeki merhametin zirveye ulaştığını göstermesi açısından oldukça
enteresandır:
Onun vazife için Teşkilât-ı
Mahsusa başkanı Eşref Bey (Kuşçubaşı) ile Arabistan’da Hicaz’a gittiği
yıllardır. Hicaz demiryolunun el-Muazzam istasyonunda bulunmaktadırlar. Bu bir
çöl istasyonudur ve çölde istasyondan başka hiçbir bina yoktur; ne bir İnsan,
ne hayvan, ne yeşillik…
İstasyon denilen şey de, bir
küçük bekleme solonu ve bir memur barınağı... Bu barınakta da istasyon
memurunun ailesi yaşamaktadır. Fakat ailenin hali perişandır ve odanın halinden
sefalet akmaktadır. Odada oturacak bir ot minderden başka bir şey yoktur; ne
iskemle, ne masa, hatta bir çuval bile... Ve istasyon memurunun hanımı üç-beş
gün sonra doğum yapacaktır. Adamcağız, çaresizlikten, “Sizde eski çamaşırlar
varsa bari verin de doğacak çocuğu saralım,” diyerek, iki büklüm olarak Akif ve
Eşref Beylerden medet dilenir. Dedemin yüzünü derin bir teessür kaplar. Eşref
Bey’e bakarak, “Bu kadına yardım elzem. Ortada çok ciddi bir tehlike mevcut.
Doğacak çocuğun hayatı tehlikede. Ben trene atlayıp hemen Şam’a gideyim, ne
lazımsa alıp getireyim,” der.
Eşref Bey şaşkındır, hemen
itiraz eder: “Aman Akif, Şam’a, oradan tekrar buraya en aşağı beş gün, beş gece
bir yolculuk yapman lazım. Hâlbuki aylardan beri çölde yolculuk yapıyoruz. Bu
kadar yorgunluktan sonra, henüz bir gece bile dinlenmeden, bu uzun yolculuğu
nasıl yaparsın?”
-“Yorgunluk mühim değil,
ortada bir felâket var. Ah, yoksulluk ne müşkül şeydir, sen bilir misin? Benim
ciğerim parçalandı.”
Dertli Şair, bir insanın
derdine derman olabilmek için maşlahını sırtına atıp besmele çekerek yola
koyulur ve hareketinin beşinci günü birçok malzeme ile çıkagelir. Yorgunluktan,
uykusuzluktan perişan vaziyette el-Muazzam’a adımını attığında vazifesini
hakkıyla yerine getirmiş bir insanın huzuru ve neşesi yüzünden okunmaktadır.
Eşref Bey daha sonra bu
hadiseyi değerlendirirken şöyle diyor:
“Ah mübarek Akif! Şehinşahlara
boyun eğmeyen Akif! Sefalette kalan bir kadına yardım için, altmış üç derece
sıcaklıktaki çöllerde aylarca dolaştıktan sonra bir gece bile istirahat etmeden
beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın.”
Bu hadise onun tüm karakterini
ortaya koymuyor mu? Hiç tanımadığı bir insana, sırf insani nedenlerle, Allahın
rızası için yardıma koşuyor…
Arkadaşı Mithat Cemal
Kuntay’ın anlattığı bir başka hâtıra da “insan” Mehmet Akif’i, onun vefa ve
merhamet hislerini en iyi şekilde anlatması bakımından önemlidir. Bu hadise verdiği
sözüne olan sadakatine örnektir. Biz aradan geçen bunca yıla rağmen Dedemin
verdiği o sözün tesiriyle hâlâ hareket ediyoruz.
“Balkan Harbi başlarken Akif
Bey yegâne geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu
evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka dört çocuğu daha vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan
dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı.
Baytar mektebindeyken bir
arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacak.
Arkadaşı vefat etmiş. Akif Bey de anlaşmalarının gereğini yerine getirmişti.”
Evet, Mehmet Akif’in
“arkadaşım” dediği, baytar mektebinde birlikte okudukları İslimyeli Hasan
Tahsin Bey’dir. Hasan Bey, Edirne’de baytar müfettişi olarak bulunduğu bir
sırada 1912 yılında vefat edince Akif -her zaman olduğu gibi- sözünde durarak,
onca fakr u zarûretine rağmen merhumun çocuklarının bakımını üzerine almıştır.
Biliyor musunuz? Biz hâlâ bu
aileyle görüşüyoruz. Ailemizin bir parçası olarak görüşüyoruz. Benden büyüğüne
abla diyorum. Onun çocukları var. hâlâ iletişimimiz sürüyor. Dedemin aileye
tesiri böyledir.
Yine Mithat Cemal’in başından
geçen bir başka hâdise sözün hangi şartlarda yerine getirileceğini göstermesi
ve günümüz insanına örnek olması açısından oldukça düşündürücüdür:
“Meşrutiyet’in ilk seneleri,
bir cuma günü adam boyu kar yağmış. O gün Dedemin hazzetmediği şeyler işlemedi;
araba, tramvay, şimendifer... Çapa’daki evimize o gün sütçü, ekmekçi gibi
satıcılar bile gelemiyor.
Öğle yemeğinden sonra hâlâ
ekmekçiyi beklerken kapı çalındı. Akif Bey gelmişti. Bıyığının yarısı donmuştu.
Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim.
Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a
nasılsa bir vapur işlemişti. “Bu kadar mı?” dedim. Tabii ki bu kadardı. Ve
tabii ki Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi.
Bu karda tipide yürünen
mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu.
-Gelmemem için kar, tipi kâfi
değil, vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.
İnsanların birbirlerine
verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürküttü diyor
arkadaşı.
“-Akif, dedim. Sen eğer
verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de, ben bu türlü
anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!
-Ben böyleyim, dedi. Ben de:
-Ben de böyleyim! dedim.
Bu vakadan sonra ona söz
vermekten korktum. Onun gözünde, ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar, geçerli
mazeret değildi,” diyor.
Yıl 1914, umumi seferberlik
zamanıdır. Sebilürreşad yazıhanesinde oturmuş bir arkadaşı ile evden getirdiği
kuru fasulyeyi yemekte olan Dedeme İttihat ve Terakki iktidarının Dahiliye
Nezareti’nden bir vazifeli gelir ve “Nâzırın selam ettiğini ve yazılarında o
kadar ileri gitmemesini rica ettiğini,” söyler. Sen misin onu söyleyen! Akif
pür hiddet yerinden fırlar ve şöyle haykırır: “Nazırına söyle, kendilerini
düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye
razı olduktan sonra kimseden korkmam,” der.