Bugün Cuma olduğu halde
Kastamonu’nun en şerefli camisinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat
bulunuyor!
Dünyanın en mamur, en
müterakki (gelişmiş), en yeni memleketi olan Berlin’de Pazar günü büyük
kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret
zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup
adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere’ye
gittiğiniz takdirde şayet Cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik
etmezseniz Pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dini bir gün olan
Pazar günü hiçbir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar,
duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam
tanırım ki ziraat tahsili için bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi
ağzından işittim. Diyor ki:
- Memleketin acemisiyim.
Lisanlarını lâyıkıyla bilmiyorum. New York’ta bir otelde bulunuyorum. Gece
canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım dedim.
Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç
dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruk inmeye başladı. Ne oluyoruz?
diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş,
bana alabileceğine sövüyordu. Karı benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne
ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece
Hıristiyanların eizzesinden (azizlerinden) birisinin gecesiymiş. Geceyi, o
azize hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür
derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın
benden kastım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.
Ey cemaati Müslimin! Bizim diyarda Cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş
naraları duyulduğu nadir vakalardan değildir zannederim.
Görüyorsunuz, herifler
dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyet-i diniye meselesinde ne kadar ileri
gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz
büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı
husumet, adavet hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi
cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlûkat-ı beşeriyetin
insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten
bunların, bir şarklıyı, hele bir Müslüman’ı sevmesine imkân yoktur. Ressamları,
meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri
gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların bu
hislerini canlandırır dururlar.
Anlıyorsunuz ya, biz nasıl
yetişiyoruz, onlar nasıl yetişiyorlar? Bu heriflere karşı olan duygumuzu hiçbir
vakit onların ilimlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu
kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân yok. Biz
Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atalete, ahlaksızlığa
döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler.
Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular
dolaştırıyorlar. Mademki vatanın müdafaası farz-ı ayındır, bu farzın mütevakkıf
olduğu esbabı elde etmek farzdır; o halde onların kuvvet namına neleri varsa
hepsini elde etmeye çalışmak farz-ı ayındır. Ne hacet!
“Düşmanlara karşı ne kadar
kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkân bulursanız derhal hazırlayınız”
(Enfal/60) emr-i ilâhisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye, taşınmaya
mahal yoktur. O halde ne yapacağız?
Aramıza sokulan fitneleri,
fesatları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık
sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız.
Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına
çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler, zırhlılar, şimendiferler,
limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran,
yarım milyar Müslüman’ın birkaç milyon Frenge esir olmasını temin eden esbab ve
vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir.
Demek Müslümanlar Allah’ın,
Kitabullah’ın, Resûlullah’ın emrettiği, tasvip ettiği vahdete, birliğe, cemaate
sarılmadıkça ahretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden
evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allah’ın
inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz.
Ancak bu birleşmek bize hiçbir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani
vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın,
terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa, mütekabil, müşterek
müttefikler/menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak
ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derece de açıkgözlü bulunmamız lazım gelir.
Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizde, gerek dışımızdaki yabancıların
sözüne kanıyoruz da birbirimize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı
kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenâb-ı
Hak: “Müminler, birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir” (Hucurat/10)
buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz.
Ancak ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzur-u İlâhi’de birleşiyoruz.
Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca
birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyet-i
kerime var, namütenahi hadisi şerife var. Bunlara göre: Müslümanlardan biri
diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretiyle mesrur,
musibetiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali cemaati müslimine
sımsıkı sarılmakla kaimdir.
“Müslümanların derdini,
kendine dert etmeyen Müslüman değildir.” buyuran Resûl-ü Hâkim (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri) diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor
ki: “Dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben
onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir
vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir
hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine
ortak oldukları gibi, bir Müslümanın da diğer dindaşlarının acısına,
musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki
Müslüman değil.”
“Bir müminin diğer mümine
karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinleşmiş kayaların
birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır”
(Buhari, Müslim, Tirmizi) hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Ashab-ı
kiram hazeratı arasındaki vahdet, muhabbet, teavün cümlenizin malumudur. Bu din
uluları, bu Allah’ın en sevgili kulları huzur-u İlâhiye cemaatle durdukları
zaman saflar adeta –maruf tabir veçhile- sabun kalıbı halini alırdı.
Birbirleriyle o kadar ittisal hâsıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima
omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam
eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü
namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm,
Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Risalet-i Celilerinden itibaren yirmi otuz
sene zarfında dünyayı kuşatmıştı. Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi
İslam sayfalarını gözden geçirince ashâb-ı kiram arasındaki birliğe hayran
olmamak elden gelmiyor.“Kafirlere karşı sert, birbirine karşı merhametlidir”
(Fetih/29) vasfı ilâhisiyle tasvir buyrulan o kahraman fıtratlar, hakikat
birbirleri hakkında ne kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler,
düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler!