F.B.:
Mehmet Akif’in Kastamonu’dan önce bir de Balıkesir’de vaazları var.
Selma Argon: Balıkesir’de de
var, evet orada da var… Kastamonu tabiî ki Mili Mücadele açısından oldukça
önemli bir şehir. Orada yaptığı vaazlar elimizde, Nasrullah Camisi’nde, 1920
yılının Kasım ayında verdiği vaazın bugün bile tazeliğini koruduğu açıkça
söylenebilinir. Bu vaazlar aslında “Millete Seslenişi” tarzında verilmiş. Zira
buradaki vaazlar kayda alınıyor, yazılıyor, metin haline getirilip basılarak
Anadolu’ya gönderiliyor.
İşte bir vaazını sizlerle
paylaşalım. Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü cami kürsüsünde Ali
İmran suresinden bir ayet okuyor. Ayetin manasını ve tefsirini yapıyor. Konu
itibariyle dikkat ederseniz dönemin ruhuna uygun bir ayet seçilmiş.
‘Bismillahir- Rahmanir Rahim
Ya eyyuhellezine âmenu lâ
tettehizu bîtaneten mîn dinikum la ye’lumekum habalen, veddu ma anîttum, kad bedetil-boğdau
min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekum-ul-âyati in küntüm
ta’kilum…”
(Yaeyyuhellezine âmenu). Ey iman etmiş
olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost
kabul etmeyiniz.
Dedemin vaazdaki bu ayet
seçimi millete, Anadolu’ya mesaj verme kaygısını da gün yüzüne çıkartıyor.
Ancak tefsir ve mealde kullandığı dil ve üslup oldukça tesirlidir. Devam
edelim… Vaazında diyor ki dedim;
Âyeti celiledeki (bitane) içli
dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimi dost, arkadaş,
sırdaş manalarınadır.
Öyle bitane ki (la ye’lunekum
habalen) sizlere karşı zarar ziyan vermekten, aranıza fitneler, fesatlar
sokmaktan hiçbir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiçbirini
sizden esirgemezler.
(veddu ma anittum). Sizin
sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler.
(Kad ‘bedetil-bağdau min
efvahilim). Görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından
taşıp dökülüyor.
(ve ma tuhfi sudurahum ekber).
Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler,
garezler, husumetler, o bir türlü zapt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta
oldukları düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir.
(Kad beyyenna lekum ul âyeti
in küntum ta’kilun). Bizler size her biri aynî hikmet, mahzi ibret olan
ayetlerimizi böyle açık bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi
kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu
hikmetlerin, bu ibretlerin gereğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette
selâmet bulursunuz.
Ey Müslümanlar, sizin için bu
ayeti celileye uymaktan başka selâmet yolu yoktur. Takip edilecek hareket yolu,
siyaset kuralı tamamıyla bu ayeti celile de toplanmıştır. Binaenaleyh ulvî
manasını bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenâbı hak buyuruyor ki:
‘-Ey mü'minler, size
ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı
kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş kabul
etmeyiniz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz göstermelerine,
hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece
gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yıkılmanızdan, esaretinizden
başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri
düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zapt edemiyorlar da ağızlarından
kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan
ile kıyaslamak mümkün değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün
hakikatleri, ayeti celilemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz,
bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dünyada ve ahirette zelil
olmak, hüsranda kalmak istemezseniz, bizim ayeti celilemizin gereğince hareket
ederek kurtulursunuz.’
Bu âyeti celile Âli İmran Suresi’ndedir.
Tevbe Suresi’nde de; ‘Ey Müslümanlar, Cenâb-ı Hak içinizden hak yolunda
mücahedede bulunanları, Allah ile onun resulü muhtereminden, bir de
mü'minlerden kendisine dost edinmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş
bırakılacak mısınız zannediyorsunuz?’ Bu iki ayeti celileden başka diğer ayeti
kerime daha vardır ki hep aynı ruhtadır.
Ey cemaati müslimin!
İnsan için kendi aleyhine bile
çıksa hakkı hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Allah’ın kitabını
okurken bu gibi ayeti celileye geldikçe; ‘Acaba diğer milletlere karşı biraz
şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icap etmez
miydi?’ gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî
kuruntulardan başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytanî olsun, o düşünceleri
içimden söküp atıncaya kadar nefsimle hayli mücadelelere mecbur kalırdım. Acaba
bu vesvesenin kaynağı neydi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii
görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık ‘Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa
adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’ nakaratından başka bir şey işitmedik.
Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin ilerlemesi
kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin
eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele
edebiyatlarının ahlâki, insanî, sosyal konuları pek hoşumuza gitti. Yazarların
ahlaki kıymetlerini ve insaniyetlerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu
mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların
sözleriyle özleri arasında asla münasebet, benzerlik olamayacağını bir türlü
düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna sonradan gelip yapışan bu hata
bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem
arttı; hususiyle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak ‘Avrupalı’ dediğimiz
milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı
reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma
aldım. Demin söylediğim şeytani kuruntulara kapılmış olduğumdan dolayı Cenâbı
Hakka tövbeler ettim.