Ferda Hanım: Saati de var
dimi?
Selma Argon: Tabi saati de
var, iki saati de birden aldı. Birini de başka bir yerden bulmuş. Ta Mısır’a
kadar gidip dedemin not defterlerini bulmuş, anlayacağınız çok aramış. Not
defterlerini bulmuş, bir sürü notu var onun. Hatta bir ara TRT’den geldiler.
Evinde çekim falan yaptılar. Aslında bir şey var, TRT arşivlerine girmeniz
mümkün olursa, annemin TRT’de anlattığı dedemin bir öyküsü var. TRT, Ziraat Mektebinden
yetişenlerin konu edildiği bir program hazırlıyordu. Dedem de o mektepten
yetişmişti. Kadıköy’de olduğumuz 1990’lı senelerde geldiler, bana verdiler
mikrofonu, siz sorun dediler. Ben bir şeyler sordum, ablam anlattı, küçük bir
şey ama arşivlerde vardır.
SELMA ERSOY ANLATIYOR
F.B.:
Şimdi, Selma Hanım yavaş yavaş zaten dedeye geliyoruz. Dedeyi konuşmaya
başlayalım. Tabi dedeyi konuşmaya başlarken de dedenin ailesinden bahsetmek
gerekir. Anne Özbek asıllı, yani anneanneniz Özbek asıllı. Büyük dedeniz
Arnavut… Dedeniz Mehmet Akif’in, birçok sıfatı var; şair, veteriner hekim,
öğretmen, vaiz, hafız, Kuran mütercimi, yüzücü, milletvekili, bir de güreşçi.
Şimdi bu kadar çok renkli bir dedeniz var. Siz dedenizi nasıl anlatırsınız?
Selma Argon: Dedemin en önemli
özelliklerinden biri, bütün bu saydıklarınızın dışında, dürüstlüğüyle,
ahlakıyla insanları tesir altında bırakmış olmasıdır. Ona en çok karşı olanlar
bile ahlakından ve dürüstlüğünden hiçbir zaman vazgeçmediğini görmüşlerdir.
Karşı olan insan bile onun inancına, ahlakına, dürüstlüğüne, verdiği sözden
asla dönmeyeceğini bilirdi. Belki fikirleri uyuşmazdı ama Mehmet Akif’in ahlakı
hakkında herkes hemfikirmiş. Hakikaten büyük bir ahlak adamıydı. Şair, milli
mücadeleci, aynı zamanda eylem adamıydı, bir yerde durmuyor içine sığmıyordu. Harekete
geçmek lazım, durmamak lazım diyor, insanları uyandırmak insanları uyandırmak
gerektiğine inanıyor ve öne atılıyordu. Annemin o konuda, yani dedemin
Ankara’ya gidişi hakkında anlattıkları var. İsterseniz size şöyle bir
bahsedeyim.
F.B.:
Tabi, lütfen bizimle paylaşın.
Selma Argon: Annem de oldukça
hareketli bir hayat yaşamış. Derdi ki, “Çok acı ve zor yıllar geçirdik. İşgal
altında yaşamak bir milletin, bir ulusun başına gelebilecek en kötü şeydir.”
Çengelköy’de oturdukları zaman kalabalıklarmış. Evde anneannem nazlı bir
hanımmış, hastaydı, ara sıra doktor gelir bakarmış ona. Annem, dedemin, eşine
ve çocuklarına çok düşkün olduğunu anlatırdı. Annemin anlattığına göre, dedem
çok mütevazı, övülmekten hoşlanmayan bir insanmış. “Vatan sevgisi hiçbir şeyle
ölçülemezdi babamın. Vatanı için her şeyi yapar, her şeyi göze alır,” derdi.
İstanbul’un işgale uğradığı
yılları acıyla anlatırdı annem. Başlarında İngiliz subaylarının olduğu askerler
evleri basarmış o zaman. Ev baskınlarında büyükleri arıyorlar, insanları
kendilerine karşı kışkırtacak kişileri sürüyorlar bir yerlere. Dedemin Milli Mücadele
için Anadolu’ya kaçtığını, uzun zaman haber alamadıklarını, çok zor bir dönem
geçirdiklerini söylerdi annem. Sonunda İstanbul’dan hep beraber İnebolu’ya
gittiklerini, gemi açılmadan evvel İngilizlerin gemiyi aradığını, kadınlar ve
çocuklar çoğunlukta olduğu için fazla durmadıklarını anlatırdı. Kontrol
noktasından geçtikten sonra, kömürlerin altından Milli Mücadeleye katılmak için
kaçan gençlerin çıktığını gözleri dolarak anlatırdı. İnebolu’dan Kastamonu’ya
geçip bir gün kaldıklarını, sonra Ankara’ya geçtiklerini, Ankara’ya düşman
yaklaşınca Kayseri’ye yöneldiklerini anlatırdı. At arabalarıyla beraber
yanlarında iki askerle Kayseri’ye gidiyorlar. Annem derdi ki, “Yolda başımıza
her şey gelebilirdi. Çeteler vardı, insanları soyan çeteler, ama hiç
korkmuyordu, şükür başımıza da bir şey gelmedi.”. Annem o zaman henüz 10-12
yaşlarındaydı. Feride teyzem daha büyük. Ankara’da yaşadıkları dönemde, kale
yakınlarında bir evde kaldıklarını söylerdi. Şimdiki Tacettin Dergâhı’nda… Bir
de önemli, araya sokmak istediğim bir anı var. O işgal yılları, önemli kimseler
birer birer toplanıyordu. Bir gün bir gece yarısı kapı çalıyor, bir haber
geliyor. Mehmet Akif Bey aranıyor, haberiniz olsun ve Ankara’dan
çağrılıyorsunuz diye haber geliyor. Anneannem çocukları topluyor, “Yavrularım
babanız uzun bir seyahate çıkacak,” diyor. Annem, babasının bütün ömrünün zaten
seyahatlerde, şurada burada geçtiğini anlatırdı. “Biz bu durumu normal
karşıladık, yadırgamadık, O gece kardeşim Emin’i de yanına alarak gitti.”
F.B.:
Mustafa Kemal’in daveti üzerine mi gidiyordu?
Selma Argon: Evet, bizzat
Mustafa Kemal’in daveti üzerine gidiyor. Anneme, “Ben gidiyorum, çağrılıyoruz. Artık
buralarda durulmaz, sen de arkamdan teferruatı toplar, gelirsin,” diyor. Ondan
sonra, Emin dayımın notlarından, Ankara’da Ali Şükrü Bey’le beraber bir mecmua
çıkardıkları biliniyor. Atatürk’le Meclis’in bahçesinde karşılaşıyorlar.
Atatürk onlara, ”Hoş geldiniz. Sizi bekliyorduk ama şimdi konuşamayacağız, dönüşte
konuşacağız,” diyor. Bir yere gidiyormuş. Dedem o zaman milletvekili olmadığı
için Emin dayımla orada bekliyorlar. Yanlarındaki Ali Şükrü Bey de içeri
giriyor, onlar bahçede oturup beklemişler. Daha sonra dergâha yerleşiyorlar. Dedemin
milletvekilliği sırasında mecliste bir tek konuşması var. Ondan sonra bir daha
hiç konuşmamış mecliste. Bunun nedenini hep merak etmişimdir, yani onun
sebebini kendimce düşünüyorum. Herhalde politikayı kendine meslek edinmediği
için konuşmamayı seçti, konuşmayarak anlatmayı seçti diyorum. Hani bazı insan
susar, ne demek istediğini susunca anlarsınız. Bir kere konuşmuş, belki siz
biliyorsunuzdur onu, ne hakkında konuştuğunu…
F.B.:
Çankırı’da, Kastamonu’da verdiği vaazlar var. Mehmet Akif mecliste…
Selma Argon: Mecliste hiç
konuşmuyor, ama Kastamonu’da coşup, herkesi Milli Mücadeleye davet ediyor.
F.B.:
Çankırı’da, Balıkesir’de…
Selma Argon: Onu kendine iş
ediniyor, çünkü insanları inandırmak, Milli Mücadeleye her bir kişinin
katılmasını sağlamak da onun görevi. Bilhassa konuşmaları çoğaltılıyor,
cephelere dağıtılıyor, askerler şevke gelsin diye. Ancak mecliste hiç
konuşmuyor, konuşmamayı seçiyor.
F.B.:
O konuşmaları hiç okudunuz mu? Mesela Kastamonu’da yaptığı vaazlar
kitaplaştırıldı.
Selma Argon: Nasıl
diyeyim, “Mehmet Akif’in Kastamonu Günleri” diye bir kitap vardı. Bir
dostumuzun, Erdal Bey’in çıkardığı bir kitap, bir kısmını okudum, daha da
okumaktayım. Orada, milletlerin, topla tüfekle değil, içlerine nifak sokulduğu
zaman yenildiklerini, cahilliğin çok fazla olduğunu ve başımıza ne geldiyse
cahillikten geldiğini söylüyor.