Dedem’den Miras Kalan Bazı
Kıssalar
Eşref Bey anlatır:
Hayatımda, Mehmet Akif kadar
vakar ve ciddiyetini muhafaza eden insanlara az rastlamışımdır. Bu, mücerret
bir tevekkül duygusunun neticesi değildi. Kadere rıza gösterme felsefesinin
yanında, dünya nimetlerine olan istiğnanın da tezahürü idi. Biz İstanbul'dan
çıkarken, ailesine, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hiçbir murakabe ve teftişe tabi
olmayan müstakil kasasından para bırakması için öyle ısrar etmiştim ki, beni
reddederse kıracağını anladıktan sonra muvafakat etmiş ve emin olunuz,
kızararak, “Siz ne isterseniz yapınız. Rica ederim, bu mevzulara beni muhatap
yapmayınız,” demişti. Fâni nimetler için bu kadar müstağni bir insanın, şahsî
mevzular üzerinde hassas olmaması mümkün müydü?
El-Muazzam istasyonundaki o
çöl gecesi, heyecan ve edebî kudretini, vatanının ve milletinin saadeti,
istiklâli, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilâhî
olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran istiğrakına şahit oldu. Akif, adeta
cezbe halinde idi... Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan halinde
idi. Benimle değil, adeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne,
kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu... Medeniyet ve teknik, işte
bütün vasıtalarıyla Çanakkale'ye yığılmıştı: para, vasıta, malzeme, insan, her
şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk.
Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imanı... Asım’ın nesli dediği ve babasının talebesi
Köse İmam'ın oğlu olan Asım, 1914-1918’de Birinci Dünya Harbi'nin ve daha sonra
1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o
kahraman neslin bir örneğiydi: Çanakkale'de, Sarıkamış'ta. Galiçya'da,
Filistin'de, daha sonra İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da kahramanlık destanı
yaratmış olan o bulunmaz nesil, Asım'ın nesliydi... Akif o gece. bu neslin
maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için
Allah'a yalvardı. Hem nasıl yalvarış!.. Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı.
Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. Adeta kendi nefsine karşı
ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrı’nın yüce varlığına iletiyordu:
“Yarabbi!.. Bana bu destanı
bir aciz kulunun ifadesinin azamisi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını
bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi! Bana bu
lütfü çok görme. İn'am ve ikramının namütenahi hazinesinden bu aciz kulunun şu
duasını bargâh-ı ulûhiyetinde kabul eyle...
Ve duası hıçkırıklarla
kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskin etmek ne mümkündü ne de aklıma
böyle bir müdahale geliyordu. Bu, bir heyecan ve ilham manzarasıydı ve ben onu
görebilmiş olmakla mübâhi mahdut fânilerden idim. Sesim değil, nefsim
çıkmıyordu:
Şimdi sizlere bir hakikati
iblâğ edeyim... Çanakkale Destanı’nı Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken
daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi.
Hâlvan'daki Yuvası
Mısır'da Kahire'den uzak bir
köye, Hâlvan 'a çekilmişti. Orada münzevi denecek bir tarzda yaşıyordu. Haftada
iki gün Kahire'ye iner, darülfünundaki dersini okutur, dersten çıkar çıkmaz
hemen trene atlar, Hâlvan'a dönerdi.
Bazen Prens Halim Bey’in
dairesine uğrar, İmameddin Bey’i ziyaret eder; bazen de Ezher'e gider, orada
pek sevdiği Yozgatlı İhsan Efendi’nin odasında oturur, Türk talebe ile birlikte
çay içer, sohbet eder, geç kalmış gibi hemen koşa koşa Hâlvan'a dönerdi.
Kışın Abbas Halim Paşa
Hâlvan'a gelince daima onunla görüşür. Kahire'de Prens Halim Bey’i ziyaret
eder, onların sohbetinden büyük zevk alırdı. Bir de Hâlvan'da onun çok sevdiği
bir dostu vardı: Abdülvehhab Azzam. Ahlâkı da irfanı gibi yüksek olan bu aziz
dost da onun için büyük bir varlıktı.
Fakat yaz geldi mi artık
görüşecek kimse kalmaz, büsbütün inzivagâhına çekilirdi. Ara sıra Ezher'deki
birkaç Türk talebe onu ziyaret eder, onlarla hoş vakitler geçirirdi. Yalnız son
zamanlarda bir yaz İskenderiye'ye, bir yaz Antakya'ya, hastalığında da Lübnan
ve Antakya'ya birkaç aylık seyahat yapabildi.
Şehir Onu Bunaltıyordu
Şehirde dolaşmaktan,
kalabalıktan, insanlardan çok sıkılırdı. Ben 1932'de ilk Mısır'a gittiğim zaman
Kahire'nin görülecek yerlerini bana göstermek için birkaç saat şehirde kalışı
onu adeta bunaltıyordu.
Büyük bir izaz olmak üzere,
birlikte Ezher'i, müzeyi, darülfünunu, hayvanat bahçesini, büyük camileri
gezdik, ehramları gördük.