Az önce bahsettiğim Halit teyzeciğim de karşı sokakta oturuyordu. Elli,
altmış sene orada oturdu, Fevzi Aslangil’le beraber yaşadıkları evde. Bize, “Bizim
karşı apartmanda bir boş daire var, çok da geniş. İsterseniz buraya gelin hem
bana da yakın olursunuz.
Oraya taşındık. Ben orada
Vakko mağazasında işe girdim. Vakko burnumun dibindeydi. İlkay’ın okuluna da
çok yakındı. Taşındık ama bizim evdeki huzursuzluk iyice arttı. İlker’le
ayrıldık. Ben işe gidiyorum Vakko’ya, İlkay okuluna gidiyor. Orada sekiz buçuk
sene oturduk.
Son dönemde, 1980 veya
1981’di.,, bir kayyum bakıyordu eve. Bir Ermeni vatandaşımızın eviymiş, ölmüş,
mirasa kalmış herhalde bu… Hazineye mi, defterdarlığın elinde mi geçmiş,
bilemiyorum. Kayyum tayin ediyorlar, o topluyor kiraları. Çok da düşük kirası,
125 lira gibi bir rakamdı ama büyük, geniş bir daireydi. Bütün daireler çok
güzel orada. Bir gün, ben işteyken, Tiyatro Oyuncuları Derneği’nde çalışıyordum,
9 sene orada çalıştım. Kapıyı çalmış birisi, annem açmış, karşısında kayyum. “Hanımefendi,
bir hafta içinde evi boşaltacaksınız,” demiş. “Ben bu binadaki kiracıları çıkaracağım,
boyatacağım, restore edeceğim.” Annem ürkmüş tabi, kimin hakkı var kapıyı çalıp
da bir hanıma böyle söylemeye. Bana telefon etti, durumu anlattı. Ondan sonra
benim gözüm karardı, anneme herhangi bir şey yapmamış ama ne hakkı var. Beni
bul, bana söyle, niye annemi korkutuyorsun. Ne yaparız, ne ederiz diye o gün
dernekte dostlarla oturduk konuştuk. Bana dediler ki Hasan Pulur’u ara. Hasan
Pulur dedemi çok sever, mutlaka ilgilenir, bir yazı yazar. Bakalım ne çıkacak.
Hasan Pulur’u aradım ben, “Siz merak etmeyin Selma Hanım,” dedi. Ertesi gün
Milliyet gazetesinde Hasan Pulur’un köşesinde bir yazı çıktı bu konuya dair.
Tabi müthiş yazmış, biliyorsunuz kalemini, çok usta. Takip eden günlerde,
Türkiye’nin her yerinden insanlar arıyor, mektuplar, telefonlar yağıyor eve. Ne
yapacağımızı şaşırdık. Böyle bir şey ummuyordum ben. Olay rahmetli Turgut
Özal’ın kulağına gidiyor, Kaya Toperi’yi gönderdi bize. Rahmetli Özal, mutlaka
ilgilenin diye talimat vermiş. Gazetelerde yazılar çıktı hakkımızda. Dedim ya,
gazetecilerin biri gidiyor, biri geliyor. Hayri Kozakçıoğlu, o zaman valimiz, o
eşiyle geldi. Durmadan da bize bir çare bulmaya çalışıyorlar. Halkalı’da bir ev
tahsis edildi anneme fakat ben çalışıyorum, gidip gelmem imkânsız, araba yok. Eskiden
pek fazla yapılaşma yoktu Halkalı’da, biliyorsunuz şimdi oralar envai çeşit ev
doldu. Annemi orada yapayalnız nasıl
bırakacağım, İlkay da okula gidiyor. O zaman orada alışveriş merkezi yok,
eczane yok, hiçbir şey yok. Dedim ki, ”Anneme böyle bir yer veriyorsunuz ama
biz orada oturamayız. Nasıl gideceğim, geleceğim?” Onlar da,“Orası dursun,
oralar gelişinceye kadar biz size başka bir yer bulalım. Hakikaten çok arandı.
Vakıflar Müdürlüğü o zaman Karaköy’deydi, şimdi galiba Taksim’e taşındı. Oradan
Ümit adında/ bir bey, kulakları çınlasın,
bir araba ve yanıma da bir görevli verdi. Nerelerde ev var, biliyor
onlar. İstanbul kazan biz kepçe, her yerde dolaşıyoruz, her yere bakıyoruz. Bazı
evler çok güzel, çok güzel evler var eskiden kalma, ama içinde oturulacak gibi
değil. Daha sonra Üsküdar’dan belediyeden bir haber geldi. Vilayete bağlı Misakı
Milli Vakfı’nın Kadıköy’de yeri var. Gidin bir görün, beğenirseniz içini
yaptıralım, orada oturun. Gittik. aydınlık, iki katlı, bahçe içinde, biraz
eski, ama oturulacak bir evdi. Beğendik, boyattık, içini yaptırdık. Sobalıydı. Eskiden
altından su geçermiş o evlerin, bodrum katı biraz çökmüştü, oraları
sağlamlaştırdık. Ondan sonra oraya taşındık. Çok mutlu olduk çünkü müstakil bir
evdi, yani etrafınız nezih, hiçbir şey yoktu.
F.B.:
Turgut Özal, başbakan o zaman?
Selma Argon: Başbakan evet.
Orayı da bize vilayetten verdi… 1980’li yıllardı. Hatta İlkay’ın o ara okulu
bitti, askere gitti. Ankara’da MİT’te tercüman olarak yaptı askerliğini. Askerliği
bittiğinde hep beraber taşındık o eve. Ankara’ya da gidiyordum ikide bir, özlüyordum
çocuğumu o yüzden her on beş, yirmi günde bir giderdim. Ben evden temizlikçi
getiriyorum derdi İlkay. Gidip yemeğini yapardım, her şeyini yapardım. Bizim Su’ad
Bey diye bir tanıdığımız vardı, dedemi çok sever, eski avukatlardan, Ankara Barosu
avukatlarından Su’ad Ayla Özat. O Ankara’da evini tahsis etmişti bize. Onun
evinde kalıyordu İlkay, sadece yakıt parası veriyordu.
Nereden nereye atlıyorum, ama
bunlar hayatımızda önemli noktalar. Aşağı yukarı o evde dokuz sene oturduk. İlk
oturduğumuzda çok nezih bir sokaktı, ileride Atatürk İlkokulu vardı Misakı
Milli Sokak’ta. Gayet güzel dükkânlar vardı fakat son senelerde birahaneler
açılmaya başladı. Yanı başımızda, eve bitişik bir bar açıldı. Saat ikilere,
üçlere kadar gümbür gümbür kıyamet kopuyor, bir gece tabancalar, tüfekler
atıldı. Bar on beş yirmi gün kapatıldı. Gündüz vakti ne olduğu belirsiz gençler
gelmeye başladı. Genç kızlar, genç erkekler, ailesi okulda zannediyor belki
çocukları, onlar izbe gibi bir yere giriyorlar. Yazık ama yapılacak bir şey
yok. İzin alınmış bir kere sürüyor. Hatta kulakları çınlasın ismini
hatırlamıyorum bar sahibi kapıyı çalardı. Tabi biz hiçbir zaman bir şey
söyleyemedik, söyleyemezdik de zaten, oraya izin almış yapmış. Burada ev var
deyip, belki izin aldığı yerden izin vermemeleri gerekirdi.
Şimdi orası özürlü çocuklar
için rehabilitasyon merkezi oldu. Dışarı doğru cumbalı bir evdir. Aşağı yukarı
sekiz sene oturduk orada. Ucuzdu, müstakildi, fakat artık ev çürümeye
başlamıştı. Alttan çürümeye başladı ahşaplar, yukarıdan akmaya başladı. Defalarca
yaptırdım. Arka tarafta evler yapılmaya başladı, bahçeden sopalar çıkıyordu,
kuyusu vardı, ağaçlar çürüdü falan. O arada da deprem oldu biliyorsunuz. 1999
senesinde deprem olunca dayımları da aldım ben Ankara’dan getirdim o eve. Son
dönemleri annemle beraber geçti o evde. Otursaydık belki tamir ettirirdim. Baktık
olmayacak, ayrılmaya karar verdik. O arada da biz burayı işitmeye başladık,
Ataşehir’i. Yanımızda dayım da vardı. Annem yaşlı ama olsun biz bir Ataşehir’e
bakalım, oraya taşınmak mümkün olursa taşınalım diye düşündük. Hiç olmazsa
anneciğimi biraz bahçeye çıkarırız, dayım çıkar yürür, iyileşmişti.
Yine ev arıyorduk. Mesut
Yılmaz çok ilgilendi bizimle o dönemde. Sıkıntılarımız var tabi, ev sıkıntımız
bilhassa. Biraz ekonomik sıkıntıya düştük, ben Halkalı’daki evi sattım. Annemin
izniyle sattım, daha aklı başındaydı o zaman. Sattık, bir kısmını koyduk
bankaya dar günler için. O zamanın parasıyla beş bin liraya yakındı. Bankaya
koydum, onunla işte giderlerimizi karşılıyorduk. Ben çalışıyordum, anneciğimin
maaşı geliyordu, ablamın da babamdan dolayı aldığı maaşı vardı. O Almanya’da
olduğu için hiç almıyor, ne yaparsanız yapın diyordu. Evde hiçbir sıkıntımız,
hiçbir eksiğimiz, hiçbir borcumuz, hiçbir sıkıntımız kalmamıştı, gayet güzel
geçiniyorduk.